Çarşamba, Eylül 28, 2011

Ağlayan Çayır


Ruhumda ve bedenimde eski dosyalardan özenle çıkartılmış bir beste çalıyor. Bilmem kaçıncı defadır dönüyor bu gece. Ağlayan hislerim mi, benliğim mi, bedenim mi bilmiyorum. Temelkuranın hayali bencileyin; hava bir tuhaf... Kaçmaya müsait bir bulutluluk... İç organlarımıza kadar ısınmış olsak...Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.

Bitlilahana


"Pazar hayali



Bir balkon olsa şimdi. Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde. Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse, kocaman bir hırkanın içinde olsan şimdi sen. Bir şeyi terk etmiş olsan. Mesela bir şehri. Mesela kendini, yüzünü filan mesela. Sadece otelin kat görevlisi bilse ismini, sadece tesadüfen. İsminin yanlış telaffuz edildiği bir şehir olsa bu, sen de artık başka bir isme sahip olsan.


Biri gelse...
Üstünde kocaman kocaman giysiler olsa, kocaman bir kazak, kocaman bir pantolon, kocaman çoraplar, iç organlarına kadar ısınmış olsan. İçeride televizyonun sesi açık olsa ve çok güzel müzikler vardır ya, hani günün üzerinde bir buğu yaratan, hayatı photoshop’layan müzikler, onlardan biri çalsa. Bir kitap okuyor olsan. Şöyle kocaman bir şey. Çalışıyor olsan hatta, altını çize çize. Bir şey öğreniyor olsan kitaptan. Koltuk tam sana göre olsa oturduğun, sehpa öyle. Sen tam kendine göre olsan. Bir papatya kadar dengeli.
Tam sen kitabı bitirdiğinde, gözlerin ağrıdığında biraz, kapı çalsa. Uzun zamandır görmediğin, artık aramaya da utandığın biri, seni hiç utandırmadan kapıda dursa. Çok eski bir dost olsa bu. O kadar eski olsa ki arada geçen zamanda ne olup bittiğini konuşmadan sohbet edebilsen. Gülsen gülsen...


Konuşmasan...
Akşam olsa birazcık. Madrid’de mesela jambon dükkânlarından birinde, ayakta şarapla biraz jambon yesen. Tek derdin damağını kesen ekmek kabuğu olsa. İnsanlara baksan, diyelim ki Buenos Aires'te o eski kahvelerden birinde, yüksek tavanlı olarak. Petersburg’da olsan mesela, oteline sarı saçlı bir kız o at arabalarından biriyle götürse seni, beyaz gece uzasa. Uzasa uzasa ve kimse seni merak etmese. Şam’da Hıristiyan Mahallesi’nin ara sokaklarında kaybolsan yürüye yürüye. Hiç konuşmasan kimseyle. Kimse de seninle konuşmaya çalışmasa.
Beyrut’ta akşam olsa, Deny’s barda sana kimse bir şey sormasa. Yüzünden anlasalar ne içeceğini. Gece bastırsa Paris'te, bir çatı katında bir yatağa kıvrılsan. Çinko su borularından güvercinlerin ayak sesleri duyulsa. Camda yağmur izlerini uzatsa, kısa kısa.


Görünmesen...
Çok güzel bir rüya görsen, huzurlu bir şey. Kalabalık olmayan bir rüya. Uyansan uyku bittiği zaman uyansan ama. Denize karşı kahvaltı etsen. Yine konuşmasan kimseyle. Kimse de sana bir soru sormasa.
Böyle kaç gün geçse... Böyle kaç gün geçse insan yeniden konuşmayı ister? Görünmeyi? Nefesinin sesini duyana kadar beklesen. Yatağa başını koyduğunda, yan dönüp kulağın yastığa dayandığında kalp sesini duyarsın ya kendinin. Öyle kaç gece geçse yeniden kalkıp kalabalıklara karışmak ister insan? Sorulara cevap vermeyi?
Kocaman giysilerin olsa üzerinde, iç organlarına kadar ısınmış olsan. Ellerinin kazak kollarının içinde...
Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.
Ece Temelkuran"

Cuma, Haziran 03, 2011

Gün içinden 1 - Almanya

* İnsanlar neden lastik tuvalet terlikleriyle dışarılarda dolaşır merak ediyorum. O terlikleri kullanabilecekleri tür bir tuvaletleri olmadığından mıdır üzülüyorlar mıdır?

* Ecnebi memleketinde bir müslümana laf "Allah Allaaahh!" nidalariyla atılırmış. Karı kız uğruna imana gelecekler haberleri yok.

* Türkiye'de ucuz korku filmlerinin uğrak mekanı olan mezarlıklar burada çocuklara oyun bahçesi tadında. Sorumluluk yağmayan yağmura kakalanabilse de insan imrenmeden geçemiyor.

* İnsanın havsalası, şehir ortası rastgelinen herhangi bir çimenlikte bikinili ya da anadan üryan insanları görmeyi pek almıyor. En son sığınağım: "Güneşleri yok tabii garibanların." bahanesiydi. Ta ki Kanada'yla bir kıyasa kadar... Kanada insanı böylesi aşmış coşmuş değil. Soğuktan bile sayılmaz bunlarinkisi yahu.
Bir ikincisi: Yeşili kıt yurdumun güzide insanları dört yol kavşaklarını mangallık beller, belki anlayabilirim de; dört bir yani yüzülebilen göllerle kaplı, yemyeşil bir ülkenin güzide insanları neden gider asfalt manzaralı kupkuru çimen üzerinde yüzme kıyafetleriyle serilirler bunu anlayamayacağım.

* İspanyol paça pantolon giymiş Çinli bir adamı ağaçların arasında zikzaklar yaparak bisiklet sürer görünce bir kez daha anladım: Kozmopolit Amerika'nın yetmişler modası bu aralar Almanya'da çok görkemli bir diriliş yaşıyor.

Abilerin güneşte kararıp güneş gözlüğü rolü yapan numaralı gözlüklerinden baska ömrümden ömür çalan bir gözlük varsa o da güneşlikleri şapka tentesi gibi gözlüğün üzerine açılmış aç kapa usullü numaralı gözlüklerdir. burası Avrupa değil mi, hani estetikten dem vuruluyordu? Gerçi doğru, söz konusu vatan Almanya; burada 'kullanış'ın sazı öter..

Bitli Lahana

Perşembe, Haziran 02, 2011

Susmalı mı ki?

Hayatımda beni mutlu eden bir şey olduğunda insanlara anlatamıyorum; çünkü ya hava atmak olarak algıda şekil buluyor ya da görgüsüzlük.

Hayatımda beni üzen bir şey olduğunda da insanlarla konuşamıyorum; çünkü ya dert küpü safinaz olarak idrak ediliyor ya da tuzu kuru muhattap alışılageldik replikleri tekrar ederken bir yandan da içten içe muhattap kendisi olduğu için seviniyor.

Benim bildigim en son mutluluklar paylasildikca artar üzüntüler de paylasildikca azalirdi. Bir yerde bir yanlışlık var ama çözemedim...

Bitli Lahana

Mavi

Bir bardak; mavi camdan,
Okyanus derinliğinde tabanı.
O eski boncukların heyecanı...
Sarı, pembe, yeşil de olsa en sevdiğimdi mavisi
Sonsuzluk demekti, özgürlük demek.
Yaklaştırdığımda gözbebeklerime
Girerdim içine; masmavi bir dünya!
Kahramanı ben, roller paylaşılmış.
Uçardım üstlerinden her yer mavi,
Elma, paylaço, kelebek mavi...
Apartmanlar sokaklar yoktu orada,
Köşe başında ağlayanlar, pencereden atlayanlar...
Ne gezer tertemiz dünyamda!
Mavi; pâk olmaktır, neşedir, asalettir, huzurdur...
Dokunsalardı karşılarında beliren mavi camdan kapıya,
Korkmasalardı parmak uçlarında oluşan halkalardan,
Soksalardı başlarını şakır şakır yağan mavi yağmuruma, 
Savursalardı kahkahalarını mavi göklerime,
Bu kadar kural olmasaydı hayatlarında;
Görürlerdi, inanır severlerdi...
Şimdi her şey onların istediği gibi.
Bitti; aynı boşalan mavi camdan bardağım gibi.
Geriye kalan turuncu güneş parçacıkları.
Şimdikiler ona meyve suyu kalıntısı diyor
Ve o kiri(!) temizlemeye uğraşıyor... 

Bitli Lahana

Yaşamak?

Kaç türlü yaşar insan? Birbiriyle alakasız iki kisinin ağzından çıkan aynı kelimeler ne kadar faklı anlamlar ifade edebilir? Mekan mı önemlidir sonra, içi boş insanlarla boşalmış; yoksa kirli bir griyi libas bellemiş taş yığınların sidik kokmuş sokaklarında, beyaz leke insan mı?

Sofrada ekmeğimizi sen bölsen yeter* felsefesine kanmışızdır. 'insan'dır denizdeki yılan. Halbuki, pek matah gerçekçilik iddiasında yapış yapış romantizme boğulmuşuzdur. Lanet mekanların canlarını cehenneme yollarız. Ya da bireyselliğin dibine batmış insanlardan da sahteliklerinden de bıkmışızdır. Realizm sandığımız kokuşmuşluğun doruklarında, sembollerle yamalı duygulardan, coşkulardan birer ifritmiş gibi kaçarız. Uzanmış Tuba dallarıymışçasına 'mekan'lara sarılırız. Hangisi yarar işimize?

Üç öğün beş öğün acıkır da kalbimiz tıka basa mide dolusu yemekler sunarız. İbrahim'den öğrenmedik mi yemek yemediğini? Hala aç ayı, oynamaz.

Doyduğumuzu sandığımız kadar güler gözlerimiz. Tokluğa inancımız kadar ağlar. O zaman kaç türlü yaşar insan? "yaşıyoruz iste..." dercesine mi, "Yaşıyorum!" dercesine mi?

Bitli Lahana

*Yavuz Bülent Bakiler

Pazar, Mayıs 29, 2011

Önce selam sonra kelam

Evvela Allah'ın selamı,

"Ben dostum ey dünyalı" demenin diğer bir yolu. Sizin safınızda, sizden biriyim, benden zarar gelmeyecek. Okumaktan çekinme, fikirlere kapılarını açmaktan korkma. İnsanoğlu elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimse olmalı değil midir?

Malum, gözler her daim canlıya dair bir iz görmek ister. Resmin bir yerlerine, minik bir sincap dahi olsa, birkaç karaltı konduruverir. Fotoğraf karesinde bir kıpırtı arar mutlaka. Belki de bu kıpırtıya, durgunluğu ve ölü sessizliği bozacak bir şeylere hasretizdir. Şairler sessiz çığlıklardan bu yüzden defaatle bahsetmez mi?

Mesele de bu aslında; hasretlikleri yalnızca nefes alıp veren herhangi bir şeye olsaydı; artlarından hayranların koşturduğu üstadların asla yalnızlıktan bahsetmemeleri gerekirdi. Halbuki duyurmak istedikleri arayışların ardından ıssız kalmış kalplerinin oldukça gürültülü isyanları. Bir işitecek 'can'lı olsa idi... O halde bizimkisi güvenimizi çoktan yitirmiş dünyanın içi boşalmış ilişkilerinden sıyrılarak samimi bir can olma sevdasıdır.

Açtım salonumun kapısını sizlere, buyurun Halil İbrahim sofrasına buyurun sohbete demeye. Maksat muhabbet olsun. Muhabbet ki 'güzel'den ('hub'dan) gele. Konuşalım güzelleşelim...

Bitli Lahana