Pazar, Mart 17, 2013

Cihangir Sokaklarında


Bir yandan korktuğum ama aynı zamanda da içimin içimi yediği bir merakla istanbulun dar sokaklarında kaybolmak istiyordum. O sokaklar, restorasyon kılıfıyla yaşanmışlıkları onlarca kez yerle bir edilen mimariden daha samimi ve daha dolu hissettiriyor. turistlerle örülü meydanlarda dolaşmak mistisizmle modernizmi harmanlamaya çalışırken içi doldurulamamış bir boşluk husule getiren elif şafak'ı hatırlatıyor. Tıpkı onun kitaplarına başlarken duyulan heves ve merakla gezmeye başlıyorsun ama sonuna geldiğinde kendini absürd bir iç sıkışmışlığında buluyorsun. Derinlerde bir yerde kıymete değer kıpırtılar var evet lakin üzerlerindeki ağır makyaj tabakaları öyle yoğun ki imdat çığlıkları yüzeye zar zor ulaşıyor.  Sokak araları ise hatıraların eskittiği bir dedenin yüz hatları misal kıvrılıp gidiyor. Her kıvrımında mahfuz sırlar yalnızca dinlemeyi bilenlere nasip olacak cevherler. Dinlemeye sabır ve zuladan nasibe düşeceklere halis bir niyetle kazanılabilecekler monte cristo kontunun keşfini bir pul kıymetine indirgeyebilir.

Biz de samimiyetimize binaen kısmetlenebileceğimiz bilinmezi cihangir sokaklarında aramaya başladık. -bu sefer kuzenden paçayı kurtarmış ama arkadaşın kardeşi ve garip ev arkadaşına takılmıştım.- antikacılarla bismillah dedik, minik el emeği göz nuru dükkanlar, kaliteli markaların ikinci elcileri, eskiciler ve zarif butiklerle insanoğlunun akla hayale sığmayan zevklerine tanış olarak devam ettik. tartışmasız en keyif aldığım dükkanlar antikacılardı. hoş sohbet sahiplerinin ilginç hikayelerine ortak olduk. Birisi diyarbakırdan gelmişti. yalnızlığı ve hür olmayı severmiş. yola sokulabilmek(!) için etrafı faklarla çevrildikçe atmış kendini birer birer, son durak istanbul olmuş. bir başına yaşarmış. fırsat buldukça eskici pazarlarını gezermiş, ayrancı pazarına da ayda bir ziyareti noksan bırakmazmış. tatlı dilinin hatrına bir bardak çayıyla nefeslenirken anlattı da anlattı. ismi ve adresini not ederek mütebessim ayrıldık yanından. sıradaki durağımız karşıdaki komşusuydu. biraz asabi bir mizaçla buyur etti bizi. -keşke bu dükkana yalnız gelmiş olsaydım.- bir kişinin etrafındakilere çarpmadan yürümesini imkansız kılan bir sıkışıklık ve dağınıklık hakimdi. -zihnimde adamın ruh haliyle dükkanı bire bir eşleşivermişti.- o karman çorman kaosun ortasındaysa elini attığın her parça cep yakıyor. -aynı adamın darma duman olmuş hayatındaki paha biçilemez parça parça anıları gibi.- neler yoktu ki içeride teneke bir beslenme çantasından, yıllar öncesinin homeopatik ilaç kutucuklarına, osmanlı döneminden kalma pul koleksiyonlarından el yazması eserlere ve daha büyüklü küçüklü neler neler. -biriktirmeye ruhundan başlamıştı, ele gelenler basit birer sayeden ibaretti.- camın kenarında bir isim gözümüze çarptı; nizar kabbani. ısrarla satmıyor ısrarla okumamızı tavsiye ediyordu -neredeyse nasihat eder gibi-. tam biraz yakınlaşmışken tam bir tefeülle nasiplenecekken -ve araya giren lüzumsuz bir soru- elimize itilen 'bakın işte' ile kalakalıyorduk -ah bir yalnız olsaydım, öyle asabiydi ki-. iki fiyat arası sorular; samsundan gelmiş, cibran cafesi varmış. halil cibran ve nizar kabbani tutkunluğu o zamanlardan. -ah bir sussalar öyle muhabbet etmek istiyorum ki ol zatı muhteremle.- yine bir sohbete giriş çabasıyla ol zat yanıbaşımda osmanlı türkçesiyle yazma bir eser üzerine eğilmişken bir iki kelime ve yine kitapla başbaşa. bir meyveye dal olamamış kelimeler birbirinden, adam bizden biz kuyruklardan bıktık ve terki diyar eyledik bu hazineden. -böylesi benmerkez olmanın varacağı sonu düşünmek istemiyorum, sadece herkes kendi lüzumsuzluğunu alıp gitse, ben kendiminkiyle yeterince doyuyorum zaten.- 

Heybemize hikayeler ata ata istiklalin umursamazlığına ulaştık. insanı ferahlatan tuhaf bir yabancılık var bu caddede. o kadar yabancı ki belki tanıdıklığınla başbaşa kalıveriyorsun. tanıdıklığımı bile evde bıraktığım bir gün o adamı bulmak için söz verdim kendime…

Şubat 2013

Perşembe, Mart 14, 2013

Eskilerden


"Life is life!" Şarkılar hayatın öz suyu. içindeki tüm sıkıntıyı dağıtıp kıpırdaması için insanı dürtüklüyor. gözlüğümle kaşlarım arasına sıkıştırdığım kalemimle hocaya bakıp gülümsüyorum, çok da önemli değil kazanmak veya kaybetmek...
2008

(Hasretim boynumu büküp razı olduğum bu tevekküledir...)

Salı, Mart 12, 2013

Neden Tiyatro?


"neden tiyatro?" abim sormuştu bir sefer. Bu kadar hissettiğimiz ve hayran olduğumuz neydi, anlamıyormuş. Hissettiklerim, düşündüklerim, söylenenlerin aksine duyduklarım izah edilememiş birer cümbüş halinde içimde curcuna çıkartmışlardı. Aklımda beliren tek cevap ise Edebalinin "ne düşünüyorsun?" sorusuna muhattap Osmancık haleti ruhiyesinde bir "hiç"ti. Nihayetinde "Acaba ben tiyatroyu sevmiyor muyum yahu?" soru işaretine bile vasıl olacak bir düşünce alemine dalmıştım. ama malum ders çıkartmasını bilmeyen müzmin yapımız sayesinde tarih tekerrür etmişti ve Osmancık gibi sıralayıvermiştim söylenegelenleri. Eh etkisi malum, abim hala davincinin şifresini çözebilmiş değil.

Bense işin içine girip tabiri caizse davinciyi çizmeye çalışınca anladım: tiyatro maskelerin atıldığı rol yapmaktan vazgeçildiği tek yer! Nihayet samimiyetle, olması gerektiği gibi, içten geldiği gibi, gerçek gibi davranabilmek... Kimin ne düşündüğü ya da düşüneceğinin önemi yok. Muhattabının seni sömürebileceği ihtimali dolayısıyla zaafiyetleri gizleme telaşesi yok. Kendini beğendirme derdi akabinde acınası kıvrınışlar yok. yok yok yok. Oyunda akan hayata kendini kaptır ve dizginleri duygulara bırak.

Sözün özü akıl olacak şüphe yumağını bir yana koyup hissiyatın fısıltılarına harfiyen, doyasıya uymanın adıymış tiyatro...

2010

Pazartesi, Mart 11, 2013

Bostancı'da Bir Sahaf Dükkanı


Bugün durağım bostancıydı. Sahili karış karış arşınladıktan sonra yapılması gereken toplanılan mutluluğa kanaat edip uslu uslu geri dönmekti; vara yoğa mest olmuş bir salınım değil. -yapılması gerekenlerle 'carpe diem' arasındaki nazenin ağırlık noktasını asla tutturamayacağım sanırım.- ama bir köşe başı sahafından yükselen zarif nağmelere kayıtsız kalamayacaktım. 

Yalnızca bir ekmek almak için girilmiş marketten kollar dolusu poşetle çıkılan bir doyumsuzlukla kendimi, ellerindeki müziklerden bir cd hazırlanmasını beklerken buldum. Konuşmayı nefes almakla karıştırdığını sandığım dükkanın nazik sahibi elimi attığım her kitaptan dem vurmaya başlamıştı. Araya roman yazarı olduğunu sıkıştırmayı da ihmal etmedi tabii. Sohbet için diyaloğa ihtiyaç duymayan insanların karşısında her zaman olduğum gibi sessizliğe bürünmüş anlamaya -belki de yaftalamak için açık yakalamaya- çalışıyordum. Monolog sohbet uzunca bir süre kitabı üzerinden gitti elbette. Hayallerim ruhumu öpüyordu, kitabın ismi. Çarpık ilişkilere bir tepki olarak seviyeli ve gerçek bir aşkının nasıl olabileceğini kanıtladığını iddia ediyordu. Uzunca bir süre anlattıklarını dinledim. Nispeten daha kısa bir süre de kitabı kurcaladım. Sonuç: karşımdaki; silik rafların arasında harcandığı zehabına sıkıca sarılmış yaşı geçkince bir beyefendiydi. Ve ne yazık ki o rafların kapı açtığı yeni dünyaya ulaşamayan bir üslup ve ihtiyaç duyulanı tam kavrayamamış bir muhteviyatla heveslerini yazmıştı. Hatta yetmemiş yoğun bir şekilde de pazarlama çabalarındaydı. 

Hazzetmediğim nokta günümüz ilişkilerini kutsamış olmam değil, bilakis bu bağlamda açlık duyulan birçok husus var. Sorun beyfendinin yerçekimini keşfettiği zannıydı. Safiyane adanmışlıklara saygım ağır bastığından olsa gerek, 'o keşfedileli epeyce oluyor bey amca' diyemedim. Halbuki dün dünde kaldı canağzım bugün yeni şeyler söylemek lazım. Tabii bir de herkesin yazar olmaması.

Bunu da İleride bir gün gaflete düşüp kitap yazmaya kalkarsam kendime apaçık bir uyarıcı ve hatırlatıcı olsun diye yazdım ibretlik olarak saklayacağım..

Şubat 2013

Cumartesi, Aralık 08, 2012

ADİL HUKUK HAK MI HAYAL Mİ?


İdeal hukuk düzeninin varlığı, biraz da hukukun nasıl ortaya çıktığıyla hukuku kimin
oluşturduğuyla hatta uyguladığıyla alakalı.

Dünya üzerinde var olan tüm hukuk sistemleri temelde belli başlı kesimlerin
hâkimiyetleri altında oluşturulmuştur. Bu, köleci sistem anlamında insanların alınıp satılması
olarak tezahür etmiştir. Ortaçağda serfleri toprağı ile satabilmek olmuştur. Çocukları,
kadınları karın tokluğuna veya daha azına çalıştırabilmek şeklinde devam etmiştir. Diğer
yandan; bu minvalde güç sahiplerince çizilen kırmızıçizgilere müdahale etmemek kaydıyla
coğrafyalar, kültürler, örf ve adetler de hukuk kaidelerinin şekillenmelerinde etkili olmuştur.
Zira her ülkenin hukuk sistemi kendi toplumunun gerçekleri göz önünde bulundurularak
yamalar suretiyle tamamlanmış ve meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Elden ele
gezerek bir göz boyama materyali haline getirilmiş bu kurallar bütünü en nihayetinde hukuk
uygulayıcılarının ellerinde o günkü ruh hallerine göre dahi değişiklik gösterebilecek bir
uygulama alanı bulmaktadır... Durum böyle olduğunda kavuklarla sakallarla bezenerek halkın
gözünde yüceltilen ve kamuya huzur getirmesi beklenen bu yamalı bohça, esasında kralın
çıplak olduğunu haykıracak bir kopuş anına kadar hassas sınırlarda gidip gelen gergin bir
lastik haline gelmiştir.

O halde aslında hukuku amacına ulaşmaktan alıkoyan unsur insanın ta kendisi.
Dertlere şifa olma istidadında bir ilaç, hastanın bilinçsiz kullanımı neticesinde uzuvları
kangren etmeye başlamış. Bu bağlamda ideal hukukun insan dışı, insandan öte var olan
kaideler olduğu ve ideal düzene bunlara uymak suretiyle ulaşılabileceği düşünülebilir. Zira
kullanım kılavuzları misal, var edilmiş olan insanın da nasıl işlemesi gerektiğine ilişkin bir
tebliğ mevcut.

Ancak hukukun toplum nezdinde meşruiyeti; kabulleniş, neticeye rıza gösteriş
yahut mahkeme boyutuna taşınmadan hayat içindeki düzende uyum sağlayış noktalarında
önem kazanıyor. Bir kural uygulanamadığı müddetçe zaittir. Rıza gösterilmedikçe eziyettir.
İçselleştirilmedikçe hantallıktır. Dolayısıyla amacına ulaşabilmesi için hukukun uygulandığı
bölgeyi külli olarak kucaklaması gerek; fakat bu tek bir kesimin kabulünde bir doğruyla
varılabilecek bir netice değil.

Her insanın kendini adadığı bir doğrusu var. İnsanın kendisini bir şeye vakfedebilmesi
ise ancak onu anlaması, hakkında bilgi sahibi olması ve ona kalpten bağlanması ile mümkün.
Herkes için hakikat; kendi inandıkları yolda atılan adımlarla arzulananın gerçekleşeceği
ve kendi inandıkları şekilde gerçekleşmesi halinde toplumun doğruya ve iyiye ulaşılacağı
yönünde. Zira insanlar inandıkları mefkûreleri, uğurlarında hayatlarını ortaya koyacak
raddede benimsiyor. Dolayısıyla toplumun her fikir kesimi için, hatta her bir bireyi için
farklılık gösteren bu fikir cümbüşü içinde, yalnızca bir kesimin doğruluğunu kabul ettiği
kurallar bütününe, herkesten aynı kabullenişle rıza göstermelerini beklemek ütopik bir
hayalden öte gitmeyecektir. Nitekim kardeşliğin ve paylaşımın temellerini oluşturduğu İslam
kimliğini benimsemiş insanlar ile halkların kardeşliğini ve ekonomik eşitliği savunan sosyalist
düzen yandaşları asla birbirlerinin bayrağı altında olmayı kabul etmeyecek olan iki kesimdir.

Yahut da ne “Bu Memleket Bizim” diyen Nazım Ustalar milliyetçiliğe eyvallah edecek
ne “Sivas’ın yoksul Çocukları”nı anlatan Yavuz Bülentler sosyalist bir paylaşımı kabul
edecektir. Tek fark ulaşılmak istenen hedefe giden farklı yollar olsa dahi ne yardan ne serden
vazgeçilecektir.

Diğer yandan mezkûr meseleye bir diğer bakış açısıyla bakıldığında fark edilecek
ki; düşünebilen, idrak edebilen, muhakeme edebilen, hüküm verebilen insanoğlunun
kendisini bir görüşe adayabilmesi, bu görüşün de külli yanlış olmadığının, öyle ya da böyle
içinde doğru barındırdığının ayinesi. Esas sıkıntı, kendi içlerinde birer evren barındıran ve
bambaşka âlemlerde dönen hayatlarda başkalarının gerçekliğine bir revak açılamadığından
kaynaklanıyor. Her insanın biraz bencil olduğu ve daha fazla kendi çıkarını gözettiği bir
dünyada, tüm bakış açılarına yüzde yüz uyacak bir sistem imkânsızlığını haykırıyor. Bu
durum genellemelerle düşünüp detay yaşamanın da bir neticesi. Genellemeler hayatı kolay
kılıyor ve insanoğlu değişimden bu yüzden mümkün olduğunca kaçıyor. Bir genelleme
çerçevesinde çoktan bulunduğu kabın şeklini alıp betonlaşmış kimliklere hayatlarını kaplar
değiştirerek akışkan sürdürmelerini söylemek nafile. O halde hakkın ve hukukun somut
olayda hayat bulması mevcutları fark etmek ve mümkünü vaki yapabilmek kabiliyetinden
ibaret. Mevcutta; kimseye göre olmayan ama herkesten bir parça olanlar var. İmkân dâhilinde
olan ise; bu unsurları bir alt yapı seviyesinde bir araya toplayabilmek. Bu noktada ideal olan
esasında fikrin ortaya çıktığı menşei tartışmaktan, fikrin içeriğini tartışmaya geçebilmekte.
Şayet netice hâsıl olacaksa bunu hangi -izm’in sahipleneceği tâli nitelikte kalmalı. Hatta her
kesimin ortaya atılan bir unsuru sahiplenebildiği bir düzen iyi vatandaş olmakla iyi insan
olmak arasındaki, söylenmemiş, üstü örtülü farkı azaltabilir.

Yani ki ideal hukuk, insanı ve dünyayı var eden elin takdiriyle kemale erecek olsa bile
paternalist bir yaklaşım ile değil, uzlaşmacı bir şekilde insanlara sunulmalı ki hayat bulsun,
yaşasın ve dahi yaşatsın.

Çarşamba, Eylül 28, 2011

Ağlayan Çayır


Ruhumda ve bedenimde eski dosyalardan özenle çıkartılmış bir beste çalıyor. Bilmem kaçıncı defadır dönüyor bu gece. Ağlayan hislerim mi, benliğim mi, bedenim mi bilmiyorum. Temelkuranın hayali bencileyin; hava bir tuhaf... Kaçmaya müsait bir bulutluluk... İç organlarımıza kadar ısınmış olsak...Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.

Bitlilahana


"Pazar hayali



Bir balkon olsa şimdi. Kimsenin seni tanımadığı bir şehirde. Kahvenin içine konyak kendiliğinden düşse, kocaman bir hırkanın içinde olsan şimdi sen. Bir şeyi terk etmiş olsan. Mesela bir şehri. Mesela kendini, yüzünü filan mesela. Sadece otelin kat görevlisi bilse ismini, sadece tesadüfen. İsminin yanlış telaffuz edildiği bir şehir olsa bu, sen de artık başka bir isme sahip olsan.


Biri gelse...
Üstünde kocaman kocaman giysiler olsa, kocaman bir kazak, kocaman bir pantolon, kocaman çoraplar, iç organlarına kadar ısınmış olsan. İçeride televizyonun sesi açık olsa ve çok güzel müzikler vardır ya, hani günün üzerinde bir buğu yaratan, hayatı photoshop’layan müzikler, onlardan biri çalsa. Bir kitap okuyor olsan. Şöyle kocaman bir şey. Çalışıyor olsan hatta, altını çize çize. Bir şey öğreniyor olsan kitaptan. Koltuk tam sana göre olsa oturduğun, sehpa öyle. Sen tam kendine göre olsan. Bir papatya kadar dengeli.
Tam sen kitabı bitirdiğinde, gözlerin ağrıdığında biraz, kapı çalsa. Uzun zamandır görmediğin, artık aramaya da utandığın biri, seni hiç utandırmadan kapıda dursa. Çok eski bir dost olsa bu. O kadar eski olsa ki arada geçen zamanda ne olup bittiğini konuşmadan sohbet edebilsen. Gülsen gülsen...


Konuşmasan...
Akşam olsa birazcık. Madrid’de mesela jambon dükkânlarından birinde, ayakta şarapla biraz jambon yesen. Tek derdin damağını kesen ekmek kabuğu olsa. İnsanlara baksan, diyelim ki Buenos Aires'te o eski kahvelerden birinde, yüksek tavanlı olarak. Petersburg’da olsan mesela, oteline sarı saçlı bir kız o at arabalarından biriyle götürse seni, beyaz gece uzasa. Uzasa uzasa ve kimse seni merak etmese. Şam’da Hıristiyan Mahallesi’nin ara sokaklarında kaybolsan yürüye yürüye. Hiç konuşmasan kimseyle. Kimse de seninle konuşmaya çalışmasa.
Beyrut’ta akşam olsa, Deny’s barda sana kimse bir şey sormasa. Yüzünden anlasalar ne içeceğini. Gece bastırsa Paris'te, bir çatı katında bir yatağa kıvrılsan. Çinko su borularından güvercinlerin ayak sesleri duyulsa. Camda yağmur izlerini uzatsa, kısa kısa.


Görünmesen...
Çok güzel bir rüya görsen, huzurlu bir şey. Kalabalık olmayan bir rüya. Uyansan uyku bittiği zaman uyansan ama. Denize karşı kahvaltı etsen. Yine konuşmasan kimseyle. Kimse de sana bir soru sormasa.
Böyle kaç gün geçse... Böyle kaç gün geçse insan yeniden konuşmayı ister? Görünmeyi? Nefesinin sesini duyana kadar beklesen. Yatağa başını koyduğunda, yan dönüp kulağın yastığa dayandığında kalp sesini duyarsın ya kendinin. Öyle kaç gece geçse yeniden kalkıp kalabalıklara karışmak ister insan? Sorulara cevap vermeyi?
Kocaman giysilerin olsa üzerinde, iç organlarına kadar ısınmış olsan. Ellerinin kazak kollarının içinde...
Hava bir tuhaf. Hayal kurmaya yönelik bir tutum var havada. Kaçmaya müsait bir bulutluluk.
Ece Temelkuran"

Cuma, Haziran 03, 2011

Gün içinden 1 - Almanya

* İnsanlar neden lastik tuvalet terlikleriyle dışarılarda dolaşır merak ediyorum. O terlikleri kullanabilecekleri tür bir tuvaletleri olmadığından mıdır üzülüyorlar mıdır?

* Ecnebi memleketinde bir müslümana laf "Allah Allaaahh!" nidalariyla atılırmış. Karı kız uğruna imana gelecekler haberleri yok.

* Türkiye'de ucuz korku filmlerinin uğrak mekanı olan mezarlıklar burada çocuklara oyun bahçesi tadında. Sorumluluk yağmayan yağmura kakalanabilse de insan imrenmeden geçemiyor.

* İnsanın havsalası, şehir ortası rastgelinen herhangi bir çimenlikte bikinili ya da anadan üryan insanları görmeyi pek almıyor. En son sığınağım: "Güneşleri yok tabii garibanların." bahanesiydi. Ta ki Kanada'yla bir kıyasa kadar... Kanada insanı böylesi aşmış coşmuş değil. Soğuktan bile sayılmaz bunlarinkisi yahu.
Bir ikincisi: Yeşili kıt yurdumun güzide insanları dört yol kavşaklarını mangallık beller, belki anlayabilirim de; dört bir yani yüzülebilen göllerle kaplı, yemyeşil bir ülkenin güzide insanları neden gider asfalt manzaralı kupkuru çimen üzerinde yüzme kıyafetleriyle serilirler bunu anlayamayacağım.

* İspanyol paça pantolon giymiş Çinli bir adamı ağaçların arasında zikzaklar yaparak bisiklet sürer görünce bir kez daha anladım: Kozmopolit Amerika'nın yetmişler modası bu aralar Almanya'da çok görkemli bir diriliş yaşıyor.

Abilerin güneşte kararıp güneş gözlüğü rolü yapan numaralı gözlüklerinden baska ömrümden ömür çalan bir gözlük varsa o da güneşlikleri şapka tentesi gibi gözlüğün üzerine açılmış aç kapa usullü numaralı gözlüklerdir. burası Avrupa değil mi, hani estetikten dem vuruluyordu? Gerçi doğru, söz konusu vatan Almanya; burada 'kullanış'ın sazı öter..

Bitli Lahana