Cumartesi, Aralık 08, 2012

ADİL HUKUK HAK MI HAYAL Mİ?


İdeal hukuk düzeninin varlığı, biraz da hukukun nasıl ortaya çıktığıyla hukuku kimin
oluşturduğuyla hatta uyguladığıyla alakalı.

Dünya üzerinde var olan tüm hukuk sistemleri temelde belli başlı kesimlerin
hâkimiyetleri altında oluşturulmuştur. Bu, köleci sistem anlamında insanların alınıp satılması
olarak tezahür etmiştir. Ortaçağda serfleri toprağı ile satabilmek olmuştur. Çocukları,
kadınları karın tokluğuna veya daha azına çalıştırabilmek şeklinde devam etmiştir. Diğer
yandan; bu minvalde güç sahiplerince çizilen kırmızıçizgilere müdahale etmemek kaydıyla
coğrafyalar, kültürler, örf ve adetler de hukuk kaidelerinin şekillenmelerinde etkili olmuştur.
Zira her ülkenin hukuk sistemi kendi toplumunun gerçekleri göz önünde bulundurularak
yamalar suretiyle tamamlanmış ve meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır. Elden ele
gezerek bir göz boyama materyali haline getirilmiş bu kurallar bütünü en nihayetinde hukuk
uygulayıcılarının ellerinde o günkü ruh hallerine göre dahi değişiklik gösterebilecek bir
uygulama alanı bulmaktadır... Durum böyle olduğunda kavuklarla sakallarla bezenerek halkın
gözünde yüceltilen ve kamuya huzur getirmesi beklenen bu yamalı bohça, esasında kralın
çıplak olduğunu haykıracak bir kopuş anına kadar hassas sınırlarda gidip gelen gergin bir
lastik haline gelmiştir.

O halde aslında hukuku amacına ulaşmaktan alıkoyan unsur insanın ta kendisi.
Dertlere şifa olma istidadında bir ilaç, hastanın bilinçsiz kullanımı neticesinde uzuvları
kangren etmeye başlamış. Bu bağlamda ideal hukukun insan dışı, insandan öte var olan
kaideler olduğu ve ideal düzene bunlara uymak suretiyle ulaşılabileceği düşünülebilir. Zira
kullanım kılavuzları misal, var edilmiş olan insanın da nasıl işlemesi gerektiğine ilişkin bir
tebliğ mevcut.

Ancak hukukun toplum nezdinde meşruiyeti; kabulleniş, neticeye rıza gösteriş
yahut mahkeme boyutuna taşınmadan hayat içindeki düzende uyum sağlayış noktalarında
önem kazanıyor. Bir kural uygulanamadığı müddetçe zaittir. Rıza gösterilmedikçe eziyettir.
İçselleştirilmedikçe hantallıktır. Dolayısıyla amacına ulaşabilmesi için hukukun uygulandığı
bölgeyi külli olarak kucaklaması gerek; fakat bu tek bir kesimin kabulünde bir doğruyla
varılabilecek bir netice değil.

Her insanın kendini adadığı bir doğrusu var. İnsanın kendisini bir şeye vakfedebilmesi
ise ancak onu anlaması, hakkında bilgi sahibi olması ve ona kalpten bağlanması ile mümkün.
Herkes için hakikat; kendi inandıkları yolda atılan adımlarla arzulananın gerçekleşeceği
ve kendi inandıkları şekilde gerçekleşmesi halinde toplumun doğruya ve iyiye ulaşılacağı
yönünde. Zira insanlar inandıkları mefkûreleri, uğurlarında hayatlarını ortaya koyacak
raddede benimsiyor. Dolayısıyla toplumun her fikir kesimi için, hatta her bir bireyi için
farklılık gösteren bu fikir cümbüşü içinde, yalnızca bir kesimin doğruluğunu kabul ettiği
kurallar bütününe, herkesten aynı kabullenişle rıza göstermelerini beklemek ütopik bir
hayalden öte gitmeyecektir. Nitekim kardeşliğin ve paylaşımın temellerini oluşturduğu İslam
kimliğini benimsemiş insanlar ile halkların kardeşliğini ve ekonomik eşitliği savunan sosyalist
düzen yandaşları asla birbirlerinin bayrağı altında olmayı kabul etmeyecek olan iki kesimdir.

Yahut da ne “Bu Memleket Bizim” diyen Nazım Ustalar milliyetçiliğe eyvallah edecek
ne “Sivas’ın yoksul Çocukları”nı anlatan Yavuz Bülentler sosyalist bir paylaşımı kabul
edecektir. Tek fark ulaşılmak istenen hedefe giden farklı yollar olsa dahi ne yardan ne serden
vazgeçilecektir.

Diğer yandan mezkûr meseleye bir diğer bakış açısıyla bakıldığında fark edilecek
ki; düşünebilen, idrak edebilen, muhakeme edebilen, hüküm verebilen insanoğlunun
kendisini bir görüşe adayabilmesi, bu görüşün de külli yanlış olmadığının, öyle ya da böyle
içinde doğru barındırdığının ayinesi. Esas sıkıntı, kendi içlerinde birer evren barındıran ve
bambaşka âlemlerde dönen hayatlarda başkalarının gerçekliğine bir revak açılamadığından
kaynaklanıyor. Her insanın biraz bencil olduğu ve daha fazla kendi çıkarını gözettiği bir
dünyada, tüm bakış açılarına yüzde yüz uyacak bir sistem imkânsızlığını haykırıyor. Bu
durum genellemelerle düşünüp detay yaşamanın da bir neticesi. Genellemeler hayatı kolay
kılıyor ve insanoğlu değişimden bu yüzden mümkün olduğunca kaçıyor. Bir genelleme
çerçevesinde çoktan bulunduğu kabın şeklini alıp betonlaşmış kimliklere hayatlarını kaplar
değiştirerek akışkan sürdürmelerini söylemek nafile. O halde hakkın ve hukukun somut
olayda hayat bulması mevcutları fark etmek ve mümkünü vaki yapabilmek kabiliyetinden
ibaret. Mevcutta; kimseye göre olmayan ama herkesten bir parça olanlar var. İmkân dâhilinde
olan ise; bu unsurları bir alt yapı seviyesinde bir araya toplayabilmek. Bu noktada ideal olan
esasında fikrin ortaya çıktığı menşei tartışmaktan, fikrin içeriğini tartışmaya geçebilmekte.
Şayet netice hâsıl olacaksa bunu hangi -izm’in sahipleneceği tâli nitelikte kalmalı. Hatta her
kesimin ortaya atılan bir unsuru sahiplenebildiği bir düzen iyi vatandaş olmakla iyi insan
olmak arasındaki, söylenmemiş, üstü örtülü farkı azaltabilir.

Yani ki ideal hukuk, insanı ve dünyayı var eden elin takdiriyle kemale erecek olsa bile
paternalist bir yaklaşım ile değil, uzlaşmacı bir şekilde insanlara sunulmalı ki hayat bulsun,
yaşasın ve dahi yaşatsın.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder